İçeriğe geç

İçindekiler kısmına geç

İnsanların Günaha Bakışında Değişen Ne?

İnsanların Günaha Bakışında Değişen Ne?

İnsanların Günaha Bakışında Değişen Ne?

“İLK atamızın suçu yüzünden başımıza gelen korkunç felaket, yani İlk Günah, modern zihniyete uymuyor. Aynı şey günah kavramının kendisi için de geçerli. . . . . Adolf Hitler ve Josef Stalin gibi kişilerin yaptıkları günah olabilir, fakat geri kalanlarımız koşulların ve talihsizliğin kurbanı” (The Wall Street Journal).

Yukarıdaki alıntının da gösterdiği gibi bugün insanların zihninde günah kavramı büyük bir soru işareti. Peki neden? Değişen ne? İnsanların bugün bu kadar itici bulduğu günah kavramı aslında nedir?

Günah kavramının iki yönü var: Biri ilk insan çiftinin işlediği ve ana babadan çocuklarına geçen günah, diğeri de insanların kişisel suç ve yanlışları. İlki, istemeden de olsa doğuştan sahip olduğumuz bir şeydir. İkincisi ise bizim yaptığımız bir şeydir. Şimdi günah kavramının bu iki yönüne daha yakından bakalım.

İlk Günah Bizi Etkilemiş Olabilir mi?

Kutsal Kitaba göre ilk ana babamız Tanrı’nın emrine itaatsizlik etti ve işlenen bu “ilk günah” tüm insanlığa geçti. Dolayısıyla kusurluluk doğduğumuz andan itibaren bir leke gibi hepimize bulaşmış durumdadır. Davut peygamber de insanların durumunu şu sözlerle dile getirdi: “Suç içinde dünyaya geldim, annem bana gebe kaldığından beri günah içindeyim” (Mezmur 51:5).

Ancak kiliseye giden birçok kişi, kendilerinin sorumlu olmadığı, çok eskiden işlenmiş bu günah yüzünden tüm insanların doğuştan günahkâr olduğu fikrini anlaşılmaz ve kabul edilemez buluyor. Bir ilahiyat profesörü olan Edward Oakes’a göre insanların bu öğretiye “gösterdikleri tepki mahcup bir sessizlik veya kesin bir inkâr oluyor; ya da ‘ilk günahı’ yarım ağızla da olsa kabul ediyorlar, fakat inançlarında nereye oturtacaklarını bilemiyorlar.”

İnsanların “ilk günah” kavramını kabul etmesini zorlaştıran bir etken kiliselerin bu konuda öğrettikleridir. Örneğin Trento Konsili’nde (1545-1563) kilise, yeni doğmuş bir bebeğin günahlarının bağışlanması için vaftiz edilmesi gerektiğini kabul etmeyen herkesi mahkûm etti. İlahiyatçılar, vaftiz edilmeden ölen bir bebeğin, günahlarından arınmamış olduğu için Tanrı’nın huzuruna ebediyen çıkamayacağını söyledi. Hatta Protestan bir ilahiyatçı olan Calvin (1509-1564) daha da ileri giderek ‘bir bebeğin, annesinin rahminden kendi lanetiyle doğduğunu’ öğretti. Calvin’e göre bebekler günahkâr yapılarından dolayı ‘Tanrı’da nefret ve tiksinti uyandırıyorlardı.’

Çoğu insana göre yeni doğan bebekler öyle masumdur ki, onların Âdem ve Havva’nın günahı yüzünden acı çekmek zorunda olduğunu düşünmek insanın doğasına aykırıdır. Kiliselerin bu tür öğretileri yüzünden insanların “ilk günah” öğretisini itici bulması gayet anlaşılırdır. Hatta bazı din adamları bile vaftiz edilmemiş bir bebeğin cehenneme mahkûm olduğu görüşünü kabul edememiştir. Onlar için bu bebeklerin sonunda nereye gideceği dinsel bir ikilem olmuştur. Vaftiz edilmemiş masum canların Limbo adı verilen, cennetle cehennem arasındaki bir yerde bulunduğu öğretisi, hiçbir zaman bir kilise dogması olmadıysa da, geleneksel bir Katolik öğretisiydi. *

19. yüzyılda filozoflar, bilim insanları ve ilahiyatçılar Kutsal Kitap kayıtlarının tarihsel doğruluğunu sorgulamaya başladı. “İlk günah” inancının zayıflamasına yol açan bir etken de buydu. Darwin’in evrim teorisi, Âdem ve Havva’yla ilgili öyküyü birçok insan için efsane sınıfına soktu. Tüm bunların sonucunda birçokları Kutsal Kitabın artık Tanrı ilhamı değil, yazarların zihniyetinin ve benimsedikleri geleneklerin ürünü olduğunu düşünüyor.

Bu durumda “ilk günah” öğretisinin bir anlamı kalıyor mu? Eğer kiliseye gidenler Âdem ve Havva’nın hiç yaşamamış, hayali kişiler olduğuna inanırsa, onlar için mantıken ortada işlenen bir günah da olamaz. Tüm insanlığın mükemmellikten uzak olduğunu kabul edenler için bile “ilk günah” kavramı, insanlığın kusurlu olduğunu söylemenin sadece başka bir yoludur.

Buraya kadar “ilk günah” düşüncesini, yani ilk ana babamızdan miras aldığımız günah kavramını ele aldık. Peki insanın şahsen işlediği günahlar için ne denebilir?

Gerçekten Günah mı?

İnsanlara günah denince akıllarına ne geldiği sorulduğunda, birçoğu On Emri, yani cinayet, şehvet, evlenmeden cinsel ilişkiye girmek, hırsızlık ve benzeri davranışlarla ilgili yasakları düşünüyor. Kiliselerin eski öğretilerine göre, bu günahlardan tövbe etmeden ölenler ebediyen cehennemde azap çekecekti. *

Katolik Kilisesi böyle bir akıbetten kaçınmak isteyenlerin bir papaza günah çıkarması gerektiğini söyler ve Kiliseye göre papazlar günahları affetme yetkisine sahiptir. Ancak çoğu Katolik için günah çıkarma, bağışlanma ve tövbe törenleri artık geçmişte kaldı. Örneğin bir süre önce yapılan bir araştırmaya göre İtalyan Katoliklerin yüzde 60’ından fazlası artık günah çıkarmak için kiliseye gitmiyor.

Kilisenin günah kavramı ve sonuçlarıyla ilgili açıklamalarının, insanların günah işlemesine engel olmadığı açıktır. Kiliseye giden birçok kişi, genelde günah sayılan şeylerin yanlış olduğuna artık inanmıyor. Bazıları ‘Eğer iki kişi kendi rızasıyla birlikte oluyorsa ve üçüncü bir kişi zarar görmüyorsa bunun kime zararı var?’ diye düşünüyor.

Böyle bir düşünce tarzının ardında yatan nedenlerden biri, belki de kişilerin günah hakkında öğretilen şeylere ikna olmayışıdır. Gerçekten de birçok kişi, sevgi dolu bir Tanrı’nın günahkârlara cehennemde sonsuza dek azap çektireceğine inanmakta zorlanıyor. Günah konusunun ciddiyetini kaybetmesinin bir nedeni belki de bir ölçüde bu yaklaşıma bağlıdır. Ancak günaha bakışın değişmesine yol açan başka etkenler de var.

Geleneksel Değerlerin Reddedilmesi

Son yüzyıllarda yaşanan olaylar toplumda ve insanların düşünce tarzında muazzam bir değişikliğe sebep oldu. İki dünya savaşı, sayısız küçük savaş ve çeşitli soykırımlar, birçok kişinin geleneksel değerleri sorgulamasına yol açtı. Onlar ‘Teknolojik açıdan gelişmiş bir dünyada, bugünün gerçekleriyle alakası olmayan eski standartlara göre yaşamanın bir anlamı olabilir mi?’ diye sormaya başladılar. Meseleleri akıl ve ahlak açısından değerlendiren birçok kişi bunun anlamsız olduğu sonucuna vardı. Böyle kişiler insanlığın ancak eğitim yoluyla en üst seviyeye ulaşabileceğine, bazı ahlak zincirlerinden ve batıl inançlardan kurtulması gerektiğine inanıyor.

Bu düşünce tarzı insanların dinsel fikirlerden tamamen uzaklaşmasına yol açtı. Birçok Avrupa ülkesinde artık çok az kişi kiliseye gidiyor. Özel bir inancı olmayanların sayısı giderek artıyor ve birçok kişi kilise öğretilerini saçma bulduğundan bunlara açıkça düşman kesiliyor. ‘Eğer insanlar sadece “doğal seçilim” sonucunda evrimlenerek ortaya çıkmışsa, ahlaki suçlardan söz edilemez’ diye düşünüyorlar.

20. yüzyılda batı dünyasında ahlak standartlarındaki katı görüşlerden genel bir uzaklaşma oldu. Bunun yol açtığı birçok gelişmeden biri “cinsel devrim”di. Öğrenci protestoları, karşı-kültür hareketleri ve güvenilir doğum kontrol yöntemleri, geleneksel olarak doğru kabul edilen fikirlerin reddedilmesinde rol oynadı. Böylece çok geçmeden Kutsal Kitaba özgü değerler altüst oldu. Yeni ahlak değerlerine ve günah konusunda yeni bir bakış açısına sahip bir nesil ortaya çıktı. Bir yazara göre, o zamandan itibaren “tek kanun sevgi kanunu oldu.” Bu da en başta, evlilik dışı cinsel ilişkilerin yaygın ölçüde kabul edilmesine yol açtı.

Ahlaki Talepleri Olmayan Dinsel Anlayış

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki durum hakkında Newsweek dergisi açıksözlülükle şöyle dedi: “İnsanların seçebileceği bu kadar çok inancın olduğu bir ‘pazarda’ birbiriyle rekabet eden din adamları ‘müşteri’ kaybetmeyi göze alamıyor.” Onlar ahlaksal konularda ağır taleplerde bulunurlarsa kilise üyelerini kaybedeceklerinden korkuyorlar. İnsanlar alçakgönüllü, özdenetim sahibi ve erdemli olmaları ya da vicdanlarının sesini dinleyip günahlarından tövbe etmeleri gerektiğini duymak istemiyor. Chicago Sun-Times gazetesine göre, “birçok kilise İncil’e sırt çevirip insanları rahatlatan, her şeyin onların çevresinde döndüğünü söyleyen ve bencilliğe teşvik eden bir Hıristiyanlık mesajı vaaz ediyor.”

Bu düşünce tarzı, Tanrı’yı kendi dilediği şekilde tanımlayan bir dinsel kültür yarattı. Ayrıca Tanrı ile O’nun bizden istediklerine değil, insana ve onun özsaygısını artırmaya odaklanan dinsel akımlar ortaya çıktı. Artık tek hedef cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaktı. Fakat sonuç öğretiden yoksun bir din oldu. The Wall Street Journal “Eskiden Hıristiyanlığa özgü ahlak kuralları vardı. Şimdi onların boşluğunu ne dolduruyor?” diye soruyor. Gazete şöyle cevap veriyor: “İyi bir insan olmanın yeterli olduğu, hoşgörüye dayanan bir ahlak anlayışı.”

Tüm bunların sonucunda doğal olarak ‘İnsana kendini iyi hissettiren her din iyidir’ düşüncesi doğuyor. The Wall Street Journal’a göre, bu görüşe sahip her birey “belirgin ahlaki talepleri olmayan ve insanı yargılamak yerine rahatlatan herhangi bir inancı benimseyebilir.” Kiliseler de hiçbir ahlaki talepte bulunmadan herkesi “olduğu gibi kabul etmeye” hazır.

Şu ana kadar ele aldığımız düşünceler Kutsal Kitabı okuyan kişilere elçi Pavlus’un MS birinci yüzyılda kaleme aldığı şu sözleri hatırlatabilir: “Öyle bir dönem gelecek ki, insanlar bu sağlıklı öğretime katlanamayacak ve kulaklarına hoş gelen şeyleri duymak için kendi arzularına göre öğretmenler toplayacaklar. Hakikat sözüne kulaklarını tıkayıp masallara sapacaklar” (2. Timoteos 4:3, 4).

Din adamları günahı mazur gördüğünde, onun varlığını inkâr ettiğinde ve kilise üyelerine Kutsal Kitabın sözleri yerine kulağa hoş gelen şeyler söylediğinde, aslında cemaatlerine büyük bir kötülük yapıyor. Onların bu öğretim tarzı yanlış ve tehlikelidir. Ayrıca Hıristiyanlığın temel öğretilerinden birini çarpıtır. Günah ve bağışlanma İsa ile elçilerinin öğrettiği iyi haberin temel taşlarından biridir. Tüm bunlar gelecek makalede ele alınacak.

[Dipnotlar]

^ p. 9 Katoliklerin kateşizmlerinden (inanç ve ibadet kılavuzu) Limbo öğretisinin çıkarılma nedeni belki de Kutsal Kitaba aykırı bu öğretinin yol açtığı karışıklıktı. Sayfa 10’daki “Bir Kilise Öğretisinde Köklü Bir Değişiklik” başlıklı çerçeveye bakın.

^ p. 14 Cehennemde sonsuz azap inancı Kutsal Kitaba dayanmaz. Daha fazla bilgi için Mukaddes Kitap Aslında Ne Öğretiyor? kitabının “Ölüler Nerede Bulunuyor?” başlıklı 6. bölümüne bakın. Bu yayın Yehova’nın Şahitleri tarafından yayımlanmıştır.

[Sayfa 7’deki pasaj]

Ahlaki talepleri olmayan dinsel anlayış kötü sonuçlar doğurur

[Sayfa 6’daki çerçeve]

‘Günah mı? Biz Onu Aştık’

▪ “Kilisenin bugün karşı karşıya bulunduğu en büyük ikilemlerden biri budur. Artık kendimizi affedilmeye muhtaç ‘günahkârlar’ olarak görmüyoruz. Günah mı? Bu belki eskiden bir sorundu, fakat biz onu aştık. Kilisenin günah sorununa bir çaresi varsa da, bugün çoğu Amerikalının gözünde günah zaten bir sorun değil; en azından büyütülecek bir mesele değil” (John A. Studebaker, Jr., din yazarı).

▪ “İnsanlar şöyle diyor: ‘Ahlak konusunda yüksek beklentilerim var ve başkalarından da bunu bekliyorum. Fakat hepimiz insanız; ben elimden geleni yapmaya çalışıyorum.’ Ahlak konusunda bir orta yol bulduk, ne çok iyiyiz ne çok kötü. ‘Bu bize yeter’ diye düşünüyoruz. İyi bir komşu olmaya çalışıyoruz. Fakat günah gibi daha ciddi konuları göz ardı ediyoruz” (Albert Mohler, Southern Baptist Theological Seminary başkanı).

▪ “Kültür, bir zamanlar yasaklanan [yedi ölümcül günah diye adlandırılan] şu şeyleri şimdi yüceltiyor: Anne babalar gururun özsaygı için şart olduğunu düşünüyor. Bir grup Fransız aşçı oburluğun artık günah sayılmaması için Vatikan’a ricada bulundu. Magazin kültürünü yaşatan şey kıskançlıktır. İnsanlarda şehvet duyguları uyandırmak bir reklamcılık yöntemidir. Mağdur olan biri öfkelenmekte haklıdır. Üstelik hangimiz ara sıra tembellik yapmak istemez ki!” (Nancy Gibbs, Time dergisi).

[Sayfa 5’teki resim]

Bugün birçok kişi Âdem ve Havva’yla ilgili olayı bir efsane olarak görür